1 Haziran 2011 Çarşamba

toprak ev hikayeleri


Rüzgâr eser, kuru portakal yaprakları şöyle bir savrulurdu. Asma yaprakları bu rüzgârdan daha çok etkilenirdi. Kuruduktan sonra dağılmaya hazır bu yapraklar küçük parçalara ayrılarak ağaçların arasında, merdivenlerde, toprak evin sofasında yok olmaya giderdi. Sonra bir toz bulutu oluşurdu sokakta. Toprak gözlerimize girerdi.

Yenge, hala, anne, abla yeni yıkanmış çamaşırları kurtarmak için tonlarca tozu taşıyan zalim rüzgârdan önce davranmaya çalışırlardı. Çoğu zaman başarısız olurlardı. Toz yapışıverirdi nemli giysilere. Pencereler çarpmasın diye kancalanır; sofadaki minderler, örtüler, kilimler hemen kaldırılırdı. Yengem biricik radyosunun üzerine daha büyük bir örtü hatta bazen şalını bırakırdı zarifçe.

Böyle bir rüzgâr belki birkaç günlük yoldan iyice sararmış, kenarları eprimiş bir gazete sayfasını, hayır ancak bir parçasını alıp toprak evin sofasına bırakmıştı. Nenem, annem, küçük halam, yengem bu gazete parçasının başında toplanmışlardı. Küçük halam ilk kez bir gazete parçası görüyormuş gibi onu özenle yerden almıştı. Davetsiz de olsa bir konuktu o anda. Kâğıdı öyle inceliyordu.

Bir iki yazı başlığı okumuştu. Diğerlerinin ilgisi dağılmıştı bile bu konuk parçasına. Sonra sayfanın altında bir çerçeve içindeki habere ilişmişti gözü. Bir kitap kapağıydı bu. Üzerinde güzel bir kadın resmi altında da bir yazı.

Abla kız, demişti küçük halam. Bak, Nilgün filme çekilecekmiş. Büyük halam o romanı bir zamanlar okumuş olmanın ve bundan alınan keyfin tadıyla gülümsemişti. Ya öyle mi, demekle yetinmişti. Bana da sonra unutacağım, “büyük halamla bu roman arasındaki ilginin ne olduğu merakı” kalmıştı.

Yıllar sonra Nilgün’ü okuduğumda o zamanlarda kalmış bir ilgi aramış ama hiçbir iz bulamamıştım. Depreşen merakımla küçük halama Nilgün’ü, gazete parçasını sormuş halamın o ana dair hiçbir şey hatırlamadığını anlamıştım.

Sonra rüzgâr dinmişti. Sofa temizlendi. Çamaşırlar durulandı, asıldı. Akşam oldu. Amcam, babam işten döndü. Yemek yine sofada yendi. Radyoda haberler dinlendi, beraber ve solo şarkılar. Uyumaya yakın gecenin son programı vardı bizim için: “Bir Roman Bir Hikâye” Fonda enfes bir müzikle sunucu duyuruyu yaptı. Bu akşam Refik Halit Karay’ın Nilgün adlı romanını okumaya başlayacağız…
Halalarım birbirine bakmıştı. Hayatta ne garip anlar var gibisinden gülümsemişlerdi. O arada rüzgâr pencerenin tahta kanatlarına bir iki dokunmuştu. Ben romanın daha ikinci cümlesinde uyuyakalmıştım. Nilgün’se bir aşkın girdaplarında kaybolmaya başlamıştı.

toprak ev


Öyle derdik, Toprak Ev. Ortak hafıza onu öyle kişileştirmiş ve özelleştirmişti. Adana’nın batı tarafındaki mahallelerde, daha ötelerde köylerde benzerlerini çokça görebileceğiniz bir binaydı.

Hayalimde, daha doğrusu çocuk hafızamda ince uzun bir ev olarak duruyor. İki ayrı sofası vardı. Biri batıya diğeri doğuya düşüyordu. Her iki sofa da güneye, portakal bahçesine bakıyordu. Birbirine yapışmış iki ayrı ev gibiydi. Doğu tarafında amca çocukları otururdu. Batı tarafında biz, babaannem, halalar, kuzenler… Bizim odanın alt katında bir odacıkta amcam ve yengem yaşardı. Zemininde çiçekli bir halı hatırlıyorum. Bordo renkler, motifler… Bir de radyo, oradan aklımda kalan tek şarkı “yalan dünya yalan imiş” diye bitiyordu.

Banyo, tuvalet dışarıdaydı. Dışarıdaki o mekân çocukluğumun en büyük kâbusuydu. Gece olunca ötesi kara bir ormana dönüşen tuvalet. Bu korku yetmezmiş gibi, o çocuk halimizi dehşete daha beter düşüren oyunlar, kandırmacalar; dardağan ağacının oradaki siluet, sulama motorunun üzerindeki hayal, pencereden bakan bir çift göz, perdelerin durup dururken titremesi… Kendimizi kendi tuzağımıza düşürdüğümüz hain oyunlardı tüm bunlar.

Toprak Ev’in önündeki portakal bahçesi gündüzleri bizim oyun cennetimizdi. Civarda tek tük evlerdeki yaşıtlarımız yani ilk arkadaşlar, çocukluk arkadaşları, kardeşler, kuzenler için her mevsim bir şekilde meyvesi olan (portakal, mandalina, erik, kayısı, şeftali, hurma, incir, üzüm, nar, bir ara muz, yenidünya, dardağan, armut, elma…) bu bahçe aynı zamanda çeşitli bölgelerini paylaştığımız bir ülkeydi. Herkesin kendi hükümranlığını ilan ettiği, küçük devletlerden oluşan bir özel coğrafya. Benim krallığım sulama motoru civarına düşüyordu. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz o sulama havuzu içine damından atladığımız bir yüzme havuzuydu bize göre (hakikaten öyle zannediyorduk. Motorun damından o bir avuç yere atlamaya elbette korkardık. Bize bir cesaret, bir ideal gerektiğinde de “Adanaspor için” derdik ve bırakırdık kendimizi. Hay Allah, hala duran o havuza(!) şimdi bakıyorum da... çok küçükmüş be: ))

Toprak evde yaşadığım yıllar bir hayal oldu gitti. Gerçekten yaşadığıma asla emin olamadığım günler… bir rüya mıydı, ayıramadığım zamanlar… ve böylece kalan hikayeler, “Toprak Ev hikayeleri”…

23 Mayıs 2011 Pazartesi

yağmur


22 Mayıstı dün. Yılın bu günleri için pek de sıradan bir şey değildir yağmur yağması, hele de Adana'ya. Uyanır uyanmaz ilk gördüğüm açık gri bulutlar ve şehrin ıslak sokaklarıydı. İnce ince de yağıyordu bir yandan. Yağmur Adana'ya pek uzak değildi. Kışın sık sık ziyaret ederdi Adana'yı. O bir tattır Adana'da, bir renktir.

Çünkü Adanalının ne karla kışla bir münasebeti vardır ne de denizle ilgili anıları. Ne kışları derinden hissettiren şehirler gibi soğuk ve serttir, ne de içinde deniz bulunan şehirler gibi keyifli ve duyguludur kışları. Varsa yoksa bir yağmurumuz var bizimde.

Gökyüzünden dünyaya uzanan bir sonsuzluğun somut taneleridir o. Yazları şikâyet etmekten bıktığımız nemin, yaşlı asfalt sokaklardaki bulanık yansımasıdır. Şemsiyenize, kapüşonunuza, ceketinize dokunan bir o. Armağandır göklerden. Âşık Veysel'in sadık yârinin, "Toprak Ana"nın umutla beklediğidir. Açık maviyle grinin karıştığı kederli kış günlerinin tek hatırasıdır Adana'da. Çünkü ıslak değilse caddeler; sokak lambalarıyla, araba farlarıyla parlamıyorsa asfalt yollar, hüzne, kedere, mutluluğa dair mutlaka bir şeyler eksiktir Adana'da.

Tüm evrenin sessizleştiği, yağmurdan başka konuşan kimsenin kalmadığı "o an" gelmiş, hayatın koşuşturmasına dükkân brandalarının altında ara verilmişse birkaç dakikalığına ve önleri hızlı hızlı iliklerinmişse ceketlerin Adana işte o vakit "Adana"dır, kışları. Sessiz ve mahzun…

Dinleyin bir kez onu, sessizce dinleyin, hissedin vücudunuzda. Kaçmayın ondan, aranıza bir şeyi de koymayın, kapüşon ya da şemsiye, ıslanmanın keyfine varın birkaç dakika, şehrin sakinleştiği, herkesin yok olduğu "o an"ın keyfine varın doyasıya, sağa sola koşuşturanlara inat siz daha yavaş yürüyün yollarda. Siz onu sevdikçe onun size fısıldadıklarını duyacaksınız.
Bugün, yazın artık "buradayım" dediği bu günlerde, birkaç ay öncesinden kalma hüzünlü ama bir o kadar da bize dair olan o dostu görmek hoş oldu.

Bende sokağa çıktım ıslanmak için. Ama bu sefer çok kalmadı yağmur. Galiba şehre sessizce "hoşça kal" demeye gelmişti. Ve sonrada gitti...

akkapı ve şiir

saçları şarkı söyleyen kız


Bir taş daha attım havuza
Sonunda ürktü yeşil kurbağa
Sıçradı geçti kısa duvarı
Kayboldu otlar arasında

Bense ahşap evin,
Tahta merdivenlerin hatıralarında
Kaybolmuştum

Sonra yaşlı köpek geldi yine
Burnuyla yokladı ıslak otları
Ağır ağır gitti
Kıvrıldı merdiven altına

Miskin bir öğleden sonraydı

Komşu bahçede ağıtlar duyuldu yine
Ben duydum, babaanne duydu
Başka kim duydu bilmiyorum

Meğer bir şarkıymış bu
“saçları şarkı söyleyen kızın”…

22 Mayıs 2011 Pazar

yollar

manzara

evler


Razık Hoca, ev, tulumba, dut ağacı...
hepsi orada...

akkapı evi


klasik bir Akkapı Evi;
dut ağacı,
tulumba,
toprak ev,
sofa,
bir divan,
tahta merdiven...
ne güzel şeyler bunlar...

bahçede



bahçeler

ağaç

Bufalo ağaç: ))

akkapı

akkapı, bahçeler ve gökkuşağı

akkapı ve evler



akkapı hikayelerine devam

Akkapı hikayelerine buradan devam edelim!


Bir önceki sayfamızda birtakım sorunlar çıktı
ve okurlara ulaşamadık,
yeni bir dönem deyip
buradan devam edelim
gerekirse tüm arşivi yeniden oluşturarak.

18 Ağustos 2008 Pazartesi